27 Mayıs 2010 Perşembe

Grüss Gott!

Viyana'ya gitmeden önce dört katlı bir apartmanda oturuyorduk. Her katında bir daire vardı, dolayısıyla herkes birbirini tanırdı ve az insan olması dolayısıyla apartmanın içinde pek karşılaşılmazdı.

Viyana'ya gidince İstanbul'da yine dört katlı başka bir apartmana taşındık ama bu sefer her katında üç daire olduğundan girip çıkarken karşılaşılan insan sayısı arttı. Ama kimse kimseye ne selam veriyor ne de tanıyormuş gibi yapıyordu.

Viyana'da ise ilk dikkatimi çeken şeylerden biri oldu insanların apartman içinde olsun markette olsun birbirine selam vermesi. Tanısın tanımasın herkes selamın aleyküm diye tercüme edilebilecek "Grüß Gott" diyordu. Tabii ben de alıştım bu geleneğe ve selam vermeye başladım.

Geçen gün gittiğimiz marketen çıkarken de "İyi akşamlar" diyip cevap alamayınca eşim hemen beni aydınlattı. "Boşuna bekleme burda cevap vermiyorlar" dedi. Sabah servise binen herkes "Günaydın" diyormuş ama içerde oturanlardan kimse cevap vermiyormuş.

Herkes ağır abi takılıyor galiba. "Ne o öyle, bir de yüz göz mu olacağız" mantığı herhalde.

Patatesli börek

Lisede annem bir ara öğle teneffüsünde yemem için yanıma patatesli börek verirdi. Bu börekler sınıftakiler arasında öyle beğenilmeye başlamıştı ki bana kalmıyordu. Ben de çareyi börekleri satmakta buldum. Her akşam annem bir tepsi börek yapar ben de ertesi günü sınıfta tanesini 500 liraya satardım. Hatta diğer sınıflardan bile gelenler olurdu. Böyle böyle elli bin lira kadar bir para biriktirip kendime kışlık çizme almıştım. İleriki hayatımda PatBö falan diye bir börek zinciri kurup ticarete atılmadım ama ara ara konusu geçer annemin böreklerinin.

Geçen gün bu böreklerin tadı damağında kalan arkadaşlarımdan biri buraya geldiğimizi öğrenince yine bahsini etti. Ben de hemen anneme rica edip yaptırdım. Demin de liseden iki arkadaşımla çok keyifli bir muhabbet eşliğinde afiyetle mideye indirdik.

Yaşasın annem!

24 Mayıs 2010 Pazartesi

İnegöl Seyahat "Birlikte yol alalım"

Cuma akşamı Evrim'i babanesine götürmek üzere yola çıktık. Yolculuk otobüsle Harem'den yaklaşık 4 saat sürüyor. Ama o gün trafikti, yol yapım çalışmasıydı derken geciktik. Hele de Yalova'da şöförümüz kendine gelen bir telefonla iyice sinirlendi. Özdilek'ten birini alacakmışız atlamışız. Şöför otobüsü yolun kenarına çekip söylene söylene beklemeye başladı. On dakika sonra taksiyle gelen bayan yolcu biner binmez muavine dönüp "Bana 7 numara dendi ama orası dolu" dedi. Bilin bakalım 7 numarada kim oturuyordu. Kucağında derin uykulardaki Evrim'le eşim. Muavin kadına hostes koltuğunu önerince kadın "Bana ne, o bey otursun oraya" diye sinirlenmeye başladı. Ben tam şöförün artık kadını döveceğini düşünürken kadın "Yok ben gitmem bu otobüsle" diyerek pat diye indi. Şöför böyle bir karışıklığın kimin başının altından çıktığını öğrenmek amacıyla sonraki on dakika boyunca tek elinde telefon ile arabayı sürdü ama tabii ki faili bulunamadı olayın.

21 Mayıs 2010 Cuma

Türk insanı öperim seni

Dün kötü bir haber aldık; annemin kuzeninin kızı trafik kazası geçirmiş. Bacağı kırılmış, ameliyat edilmiş. Buraya dek her gün yaşanabilecek acı bir olay. Şimdi ilginç tarafına geçiyorum. Annesi ile babası haberi alınca hemen Sakarya'ya gitmek üzere en hızlısı odur diye otobüse binmişler. Ama maalesef yol o gün çok tıkalıymış. Otobüste diğer yolcularla konuşurken kızlarının geçirdiği kazadan ve şu anda hastanede yalnız başına yatmakta olduğundan bahsederken bunu duyan bir kadın Sakaryalı olduğunu söyleyip hemen yeğenlerini aramış ve hastaneye kızın yanına gitmelerini söylemiş. İşte alnı öpülecek insanlar. Türk insanının bu yönünü çok seviyorum.

20 Mayıs 2010 Perşembe

İKEA'daki 19 mayıs obezleri

Dün tatil olduğu için Evrim'e birkaç parça eşya almak üzere ailecek İKEA'ya gittik. Yani sanırım İKEA'ya gittik ve sanırım İstanbul'daki İKEA'ya gittik çünkü içerisinin İstiklal Caddesi'ni aratır hali yoktu ve daha da ilginci kilo ortalamasının 150 falan olmasıydı. Yani çok rahat Amerika'daki bir İKEA'da da günümüzü geçirmiş olabilirdik.

Kalabalık konusuna değinmeyeceğim ama kiloyu es geçemeyeceğim. Görmeyeli amma semirmişiz! Yirmi yıl sonra ilk defa gelmiyorum İstanbul'a tabii ama daha önce hiç dikkatimi çekmemiş. Özellikle benim yaşlarımdaki erkeklerin hali harap. Göbekleri önden gidiyor. Sanırsın ki az sonra doğum sancısı tutacak ve üçüz beşiz allah ne verdiyse doğuracak. Kadınlar ortalama olarak daha iyi ama gidişat çok kötü. Bir de acaip şişirilmiş bebeler var. Benim oğlum 11 aylık ve 9 kilo. Orda gördüklerim 4-5 aylık ve oğlumun iki katı. Her aile bebesiyle geldiğinden ve hatta bebesi olmayanları dövdüklerinden emzirmek ve altını değiştirmek için bebek odasını kullanma gafletinde bulunduğumuzda iki metre karelik odaya benden başka doluşan iki kadının kucaklarındaki bebek görünümlü azmanları görünce "Tamam" dedim, "İlerinin kalp, damar, yüksek tansiyon ve şeker hastalıklarının günlük hayatlarının vazgeçilmez parçaları olacağı yeni neslin mensupları kelimenin tam anlamıyla gümbür gümbür geliyor".

Restoran kısmında istisnasız her masada (tabii bizim de) patates kızartması ve Köttbullar isimli İsveç köftesi vardı. 7'den 70'e herkes hapur küpür götürüyordu. Ne diyelim, Smaklig måltid!

18 Mayıs 2010 Salı

Yağdır mevlam... kum?!

80lerin başındayız. Susuyorum, mutfağa gidip musluktan su doldurup içiyorum.
2010 yılındayız. Oğluma banyo yaptırmak için küvetini dolduruyorum, su sarı ve kumlu akıyor.

Az evvel pazardan getirdiğimiz meyvaları pek de incelemeden muslukta yıkıyorum ve bu yazıyı yazarken yiyorum. Sonra birden fark ediyorum ki, burası Viyana değil. Musluk suyu da temiz değil. Olduğum aşılara sığınıp hasta olmamayı ümit ediyorum.

En doğal ihtiyacımız olan suyu geçen 30 senede hastalık yuvası haline getirip, içme suyu kalitesinde temizleyemediği ve bizi pet şişelerde, damacanalarda su satın almaya mecbur bıraktığı için belediyeye sevgilerimi yolluyorum.

16 Mayıs 2010 Pazar

Büyük gün

İki saat sonra evden çıkacağız. Son iki haftadır o kadar çok koşturdum ki hamile kalmadan önceki kilomun da altına indim. Annem kesin beni besiye çekeceğinden muhtemelen hepsini geri alırım.

Bavullar hazır, evden çıkmadan önce nelerin yapılması gerektiği yazılı, görünüşe göre başlıyor büyük macera. Viyana günlerdir arkamızdan çok kötü ağlıyor. Şu anda da yağmurlu ve 7 derece, hissedilense eksi birmiş. Yani İstanbul'un yirmili derecelerde olduğunu düşünürsek buraları bırakıp gitmek bayağı kolaylaşıyor. Ama yine de insanın kendi evini bırakıp gitmesi zor tabii. İKEA'nın reklamında dediği gibi; "Dünyada her istediğini yapabildiğin tek yer evindir".

Türkiye'den beklentilerim:
  • Sıcak hava, bol güneş
  • Arkadaşlarımla bol bol görüşmek
  • Kitap okumak
  • Denize girmek
  • Evrim'in ananesi, babanesi ve dedesiyle bol bol vakit geçirmesi
  • Dinlenmek
  • Uyumak
  • Yan gelip yatmak

Altı ay sonra dönerken bakalım hangilerini yapabilmiş olacağım.

7 Mayıs 2010 Cuma

51'de 15

Doksan dokuz bin işi bir haftaya sığdırmaya çalışırsan mutlaka birkaçı ters gidecektir ama bu kadar mı şanssızlık olur. İşlerin %90'ı kesinlikle bir seferde hallolmuyor. Misal, pazartesi günü tam 11 sefer Evrim'in yuvasını aradım. Normalde temmuzda başlayacaktı şimdi aralığa kaydırıyoruz diye. Konuşmak istediğim kadın devamlı toplantıdaydı. Dört sefer beni aramasını rica ettim. Ve sonuçta kimse aramadı. Ertesi gün yine aramaya devam ettim. En sonunda öğleden sonra biriyle konuşabildim. Her iş böyle yirmi seferde hallolmuyor tabii ama ilk seferinde bitirebildiklerimiz çok az.

Şimdi baktım da 51 görevden henüz sadece 15'ini tamamlayabilmişiz. Bugün de cuma. Çığlıklar atarak ortalıkta koşuşturmaya başlamamız yakındır.

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Hazırlıklar

Arkanıza yaslanıp bir düşünün. Bir hafta içinde toparlanıp altı aylığına başka bir ülkeye yaşamaya gideceksiniz....

Ne gibi hazırlıklar yapmak gerekir? Neler almak, nelerden kurtulmak, neleri halletmek gerekir? Her saniye aklınıza yeni bir şey geliyor değil mi?

Ömrümüz boyunca her tatilimize, her Türkiye'ye gidişimize tam olarak son anda karar verebildik biz. Sadece bir seferinde biletlerimizi aylar öncesinden alabildiğimizi biliyorum. Hatta bu durum o kadar vahimdir ki bundan bir kaç sene önce sabah karar verip, deli danalar gibi koşturarak bilet arayıp üç dört saat sonra uçağa bindiğim bile olmuştur. O yüzden bu verdiğimiz karar bünyede şok etkisi yaratmadı. Yılların verdiği "son an insanı olma" özelliği sayesinde hemen listelere başladım; alınacaklar, telefonlar, randevular...

Pazartesiden beri koşturup duruyoruz. Ailemizin minik ferdi sebebiyle gerektiği kadar hızlı hareket edemesek de, listedeki onlarca şeyden birazını hallettik bile. Bu seferkiler normal tatil zamanı işlerinden farklı çünkü tatile çıkarken insan en fazla yanına aldıklarının gideceği yerdeki havaya uyup uymayacağını düşünüyor. Bana en çok stres yapan bu durum neyse ki bu sefer hiç yok çünkü hemen hemen bütün kıyafetlerimizi götüreceğiz zaten. Bir de arada sırada Viyana'ya gelmeyi düşünüyoruz. En azından Evrim'in aşıları ve doktor kontrolü için gelmemiz lazım.

Haftasonuna dek pestilimiz çıkacak kesin. Bakalım parmağımı oynatmaya halim olacak mı.

4 Mayıs 2010 Salı

Boyumuzun ölçüsü

6 ekim 1989 cuma akşamı Viyana'ya indiğimizde hava çoktan kararmıştı. Eve giderken arabadan gördüğüm iyi aydınlatılmış ıssız sokaklar içimi karartmıştı. Sevememiştim bu şehri. İlk intiba çok önemlidir ya. Ertesi gün cumartesiydi ve biz dükkanların o zamanlar öğleyin saat 12'de kapandığını bilmiyorduk. Hava da insanın içine fenalık getirecek derecede griydi. Sonradan gördüm ki Viyana'nın gökleri çoğunlukla gri. Hatta bu grilik insanların da içine işlemiş.

Bir yıl geçti, üniversiteye başladım ve o zamanlar burda kalmak istediğimi hatırlıyorum. Viyana'ya babamın tayini ile dört yıllığına gelmiştik ama ben dört yılın sonunda henüz mezun olmadığımdan (benim bölümüm beş yıllıktı) annemlerle geri dönmedim. Ama yavaş yavaş da burda kalma isteğim sönmeye başladı.
Yıllarca üniversiteyi bitirdiğim gün döneceğim, şu günü döneceğim, bu günü döneceğim diye diye 21 yılı doldurdum nerdeyse bu gri şehirde. Arada eşimle tanıştım. O buraya geldi. Evlendik ve hatta 11 ay önce evrimleştik.

Bunca geçen zaman içinde İstanbul hep içimde ukte olarak kaldı. Hep özledim ben bu deli şehri. Ama hiçbir zaman tam da cesaret edemedim tası tarağı toplayıp dönmeye. Viyana ile İstanbul'u karşılaştırınca başta insanı çileden çıkaran trafik yüzünden olmak üzere İstanbul az ara ile kaybetti hep. Rahata çok alıştık burda. Evimizden çıkıp hemen hemen her yere yürüyerek gitmeye, araba almak/kullanmak zorunda olmamaya, metroya, tramvaya, servet ödemeden spor salonuna, yüzmeye gidebilmeye, devlet dairesindeki işlerimizin çoğunu İnternet üzerinden halletmeye, sessizliğe, sokağa adım attığımızda bir arabanın altında kalmaya ramak kalmamasına.

Ama hep eşimle konuştuk bir fırsat olsa da önceden test edebilsek tekrardan İstanbul'da yaşamayı diye. Oğluşumuz doğup da ben bir buçuk yıllığına çocuk iznine ayrılınca, bir de üstüne serbest meslek sahibi eşimin projesi bitip yeni bir iş aramaya başlayınca bu fırsatı değerlendirelim dedik. Eşim İstanbul'da iş aramaya başladı ve gerçekten de bir teklif aldı. Biraz da gözümüzü karartarak tamam dedik, gidiyoruz.

Şu anda bu kararı verdiğimiz dört gün oldu ve hummalı bir şekilde altı aylığına İstanbul'da yaşamak için gerekli hazırlıklarla uğraşıyoruz. Eşim işi dolayısıyla bu haftasonu uçacak, bir hafta sonra gelecek ve bu sefer hep beraber gideceğiz. Koşuşturmalarla geçecek çok dolu iki hafta sonunda kavuşacağız İstanbul'la.

Bakalım boyumuzun ölçüsünü mü almaya geliyoruz yoksa eski aşk yeniden canlanacak ve biz orda kalmak için mi uğraşıyor olacağız.