21 Ağustos 2012 Salı

"Gelin lan buraya!"

Yıllar önce televizyonda bir yarışma programı vardı, adı galiba 'Eşler Yarışıyor'du. İki çift katılırdı. Eşlerden biri yarışır ve eşi hakkında sorulan soruları cevaplamaya çalışırdı; 'Eşiniz sabah giyinirken hangi renk kravat takmıştı?' ya da 'Eşinizin en sevdiği renk nedir?' gibi sorularla suya sabuna dokunmayan ama oldukça eğlenceli sonuçlar doğuran bir yarışmaydı.

Bu yaz televizyonda yeni bir yarışma programı çıkmış; 'Ben Bilmem Eşim Bilir'. Adı itibari ile eğlenceli olduğunu umduğum bu yarışmanın konsepti farklı; eşler diğerinin belli bir zamanda bir şeyi ne kadar çok yapabileceğini tahmin ediyor. Mesela, 60 saniyede kaç çay bardağı su içebilir, 5 dakikada kaç kilo alabilir, 60 saniyede kafasını kaç kere sallayabilir, vs.

İnsan sağlığına korkunç zararı olabilecek konular dışında (annemin dediğine göre 5 dakikada 2 kilo alan bile çıkmış!), bele lastik takıp eşi koşarak kucaklamaya çalışmak gibi eğlenceli olabilen etaplar da var.

Beni asıl rahatsız eden sunucunun kullandığı dil oldu. Yarışmacılarla sanki kırk yıllık arkadaşmış gibi televizyona yakışmayacak bir sokak ağzıyla konuşuyor. Erkeklere 'lan', kadınlara ise 'kız' diye hitap ediyor. Elenen çifte ise "Gelin lan buraya!" diyor.

Özellikle kadınlara karşı hitap şeklinin çok bozulduğunu mizah dergilerinden yıllardır takip ediyordum zaten. Gittikçe daha küfürlü balonlar yazılmaya başlandı karikatürlerde. Eskiden kadınlara karşı 'Hay senin ağzına ...' ya da 'Ulan sen de amma o....' gibi laflar kesinlikle olmazdı.

Ya toplumun ahlaki değerleri bozuluyor, ya kadın erkek eşitliği diye herkese karşı küfretmek caiz oluyor ya da benim 'Bizim zamanımızda gençlik böyle miydi üstadım?' deme yaşım gelmiş.

20 Aralık 2010 Pazartesi

Türkiye macerasının bilançosu

16 mayısta başladığımız Türkiye macerasına 15 aralıkta Viyana'ya dönerek son verdik. Aradan geçen 7 ayın özetini şöyle verebilirim:

Eve gelince yeri öptüm!

Ne umdum ne buldum.

Evrim 3 kere hasta oldu ve hastaneye gitmek zorunda kaldık.

Trafikte ezilmedim, delirmedim... ama ramak kaldı.

Eşim 11 kilo verdi, ben yarım kilo aldım, Evrim de kilosunu koruyup 4 santim uzadı.

Hayatımdan şikayet etmediğim bir gün bile olmadı.

Eşimi çoğunlukla sadece haftasonu (o da 48 saat bile değil) gördüm. Eşim İstanbul'la bizim olduğumuz yer (Bodrum ya da İnegöl) arasında mekik dokuyup durdu. 7 ayda sadece 4 haftasonu yolculuk yapmak zorunda kalmadı.

Arkadaşlarımla buluşmayı çok istememe rağmen sadece bir kaç kişiyi görebildim.

Bloga istediğim kadar çok yazamadım (en son 31 ağustosta yazmışım).

İyi bir şeyler de oldu;

İnegöl'de 3 hafta içinde tam 6 kitap okudum.

2 tane süper diziyle tanıştım (Dexter ve The Lost Room).

Evrim burada emeklerken orada yürümeye başladı.

Annemden ve kayınvalidemden süper hamur işi tarifleri aldım, hem de deneyerek.

31 Ağustos 2010 Salı

Bronzlaşma özürlü

Ben ortaokul ve lisedeyken yılda en fazla bir hafta denize girebilirdim. Ya ailecek tatile giderdik ya da ben akraba veya tanıdıklarımızın yazlığında kalırdım. O bir hafta benim için müthiş önemliydi, çok seviyordum deniz kenarında olmayı, denize girmeyi ve bronzlaşmayı. Ama işte burda bir sorun vardı, millet iki günde kararırken ben ya iğrenç ve acılı bir şekilde kızarıyor ya da (sonradan kremlerin sayesinde) aynen pamuk gibi geri dönüyordum. Bu sene aylarca Bodrum'da kalma ihtimali çıkınca ilk önce "En nihayet ben de kararabileceğim" diye sevindim. 38 yaşına gelmişim hala çocuk gibi sevindiğim şeye bak. Neyse, biz geldik buraya ve üstünden 1,5 ay geçti. İlk iki üç hafta sonra krem sürmeyi de kesmeme rağmen bilin bakalım derimin rengi ne renk? Daha 14 aylık bebek olan oğlum bile benden daha çok karardı!!! Bacaklarım süt beyaz. Yalnızca sırtımda hafif bir renk değişimi var. Tabii Evrim'le birlikteyken yağlanıp "Beni yarım saatte bir çevirin de iyice bir kızarayım" diyemediğimden pek güneşe çıkamıyorum ama benden çok daha az deniz kenarına inmiş olan anam babam bile esmerleşti yahu. Buranın güneşi de felaket yakar adamı, anlamazsın bile. Buna rağmen bana pek etki etmiyor, bağışıklıyım herhalde. Galiba sebebi resimde gizli.

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Yatak macerası

Şimdi başlığı okuyup genelde gece yapılan çift kişilik akrobasi hareketleri ile ilgili bir yazı olduğunu sanmayın. Gayet masumane bir alış veriş hikayesi bu.

Annemlerin Bodrum'daki yazlığında dört beş ay kalacağız ya bari haftasonları kocam gelince rahat yatalım diye çift kişilik bir yatak alalım dedik, daha doğrusu dedim. Bodrum ve Milas 30'ar kilometre uzakta olduğundan yatak seçimini İnternet'ten yapmak üzere İstikbal, Yataş, Bellona sitelerini falan araştırmaya başladım. Fiyat bakımından Bellona daha makul göründüğünden gün aşırı yavruyu hastaneye taşıma seferlerimizin birinden sonra dükkana gidip bir kaç yatağın üstünde ana oğul debelenip bir tanesinde karar kıldık. Yatağı beğendik beğenmesine de altına konulacak baza konusunda sorun çıktı. Yazlığın bulunduğu sitedeki evleri yapan dünyanın en şahane ve her sene kulakları çınlatılan insanı olan mimar tarafından en son teknolojilerle zeka harikası olarak düzenlenmiş odaların kapıları ve iki kat arasındaki o mükemmel sarmal merdivenin ferah ferah genişliği sayesinde 150x200lük bir bazanın bütün geometri bilgimize rağmen o odaya sokulamayacağını anlamamızla başka bir çözüm arayışına girdik. Hala benimle misin blog okuru? Özet olarak "o baza o odaya çıkmaz da girmez de kardeşim" diyebiliriz. E ne yapacağız? Ben hemen dahiyane bir fikir attım ortaya; yatağın altına iki tane 75x200lük MDF kestirelim, altına da ayaklar taktıralım. Babamların mutfağı ve terastaki pergüleleri yaptırdıkları adamı arayıp olumlu yanıt alınca da pek bir sevindim doğrusu.

Şimdi geliyor bir Türk-Avusturyalı karşışlaştırması. Adam söz verdiği gün (üç dört gibi gelirim diyerek 18:45'te gelmesini artık söz konusu bile yapmıyorum) getirdi MDFleri. Getirdi de ne getirdi? 75x190lık MDF. Neden? Çünkü elinde hazır olarak o varmış. Peki biz senden ne istedik? 75x200 değil mi? Olsun olsun, olur o yatak bunun üstüne! İşte size muhteşem bir Türk kafası. Adam nerdeyse diyecek ki, keselim abinin (kocam oluyor bu) ayaklarını az biraz, işte sana mis gibi yatak.

Olurdu olmazdı derken nihayet adamı ikna ettik ve ertesi günü bu sefer tam vaktinde getirdi 75x200lükleri. Bak yine bir Türk kafası geliyor; ben bunları ne yapayım artık diyerek bir gün önce getirdiklerini de bize bıraktı, hatta yenileri eskilerinin üstüne monte edip gayet sağlam bir yatak altı oluşturdu ve onların parasını almadı! Gerçi tanesine telefonda 1 lira dediği 16 tane ayağın fiyatına "onlar başkaydı" diyerek 2 lira dedi ama olsun hadi.

Şimdi gelelim yatağa. Dediğim gibi Bodrum'a 30 km uzakta olduğumuzdan sırf bizim için gelirlerse 70 lira yol masrafı isteyeceklerini ama bu tarafa doğru başka bir servis çıkarsa bedava getirebileceklerini söylediler. Ben de servisle yollayın dedim tabii. Dün gece Hülya hanım yatağın 9-9,5 gibi geleceğini söyleyince sevindim kocam gelince hazır olacak diye. Saat 9 oldu gelen giden yok. 10 oldu hala bekliyoruz. Evrim'i de uyutmuyorum ki onlar gelince bir daha uyanmasın. Annemler kocamı almaya havaalanına gidince ben de Evrim'i uyutmaya başladım. Uyku treni kaçtığından hep yatağına koyunca uyanıyor, ben de alıp yine dolaştırıyorum, yine uyuyor, uyanıyor falan derken saat 11'de bir telefon geldi "Biz geldik yatakla, kapının önündeyiz" diye. Evrim'i de alıp aşağıya indim ve adamlarla birlikte yatağı yukarı çıkardık ve MDFlerin üstüne koyduk. Koyduk koymasına da bir gariplik var, yatak kısa. Bir de irsaliyeye baktık ki 140x190lık yatak gelmiş! "Eh yeter artık, siz bunu bırakın doğrusunu getirince bunu geri veririm" diyerek adamları yolladım.

Sabah da belki bu hafta yirminci kez beni arayacağını söyleyip aramayan Hülya hanımla toplamda neredeyse yatağın yol masrafı kadar kontür (artık cep para galiba) harcayıp yine yanlışı en kısa zamanda düzelteceğine dair sözler alarak konuştum. Bakalım bu işin sonu neye varacak...

Edit: Biraz daha para dökünce telefonda gerçekten de gönderdiler yatağı. Hem de daha bir hafta önce üretilmiş tazecik bir yatak kendileri.

15 Temmuz 2010 Perşembe

İtinayla bağyan sıkıştırılır

Yıllardır duyarım erkek sürücüler trafikte özellikle bayan sürücüleri sıkıştırırmış.

92 yılından beri ehliyetim var ve Viyana'da kendi arabamız olmadığından tek araba kullanabildiğim yerler Türkiye (İstanbul ve Bodrum) ve yıllık grup toplantısı için gittiğim New York. Benden beklenmeyecek kadar sakin bir sürücü olduğumdan genelde sağdan sağdan sinirlenmeden kendi yolumda giderim. Eğer sapacaksam ve kimse bana yol vermiyorsa yine sakince yolun ortasında durup yol vermelerini beklerim. Bütün bu diğer şöförlere tırnak yedirtecek hareketlerime rağmen kimsenin özellikle beni sıkıştırdığına şahit olmadım. Gözlemlediğim kadarı ile yurdum şöförü cinsiyet ayrımı gözetmeksizin zaten tuttuğunu sıkıştırıyor. Kadın da olsa erkek de olsa trafiğe çıkan herkes diğer herkesin tacizine maruz kalıyor. Direksiyon başına geçen her canlı, sabır denen erdemi anında terk ediyor ve tek amacı ölüm kalım meselesi gibi diğer bütün arabaları geçerek hedefine ulaşmakmışçasına etrafa saldırıyor.

"Ben öyle değilim" deme blog okuru. En son ne zaman birine kendi isteğinle yol verdin? A noktasından B noktasına giderken yolda küfretmedin? Seni sollayana içinden saydırmadın? Şerit değiştirmeye çalışan zavallının (genelde ben oluyorum bu) üstüne üstüne gitmedin?

1 Temmuz 2010 Perşembe

Şikayetim var!

Olmasaydı şaşardım zaten.

Şuraya geldiğimiz 1,5 ay oldu ve bana şimdiden afakanlar bastı. Sıralıyorum işte şikayetlerimi:
  1. Bu ülkenin başbakanı "En az üç çocuk isterim" derken herhalde sadece ülkesinin insanlarının daha çok seks yapması gerektiğini üstü kapalı bir şekilde ima ediyordu, yoksa gerçekten tek çocuklu bir insan kapının önüne bile adım atamıyorken peşine iki tane daha takıp "sıçan giremediği deliğe götüne kabak bağlayıp da girermiş" modeli nasıl dışarı çıkar, alış veriş yapar, gezer tozar? Hadi bir hata yaptın çıktın dışarı, nasıl yürütürsün bebek arabasını? Kaldırım ya yok ya da dünyanın en absürd, en post-modern, en Dali ya da Picasso'vari dizaynlarıyla yapılmış, aslında yeri sokak değil sergi sarayı olan bir şeyler var sokak kenarlarında. Şimdi hakkını yemeyeyim, yurdumun güzel insanı hasbelkader benim gibi bebek arabalı zavallıları da düşünmüş ve bu kaldırımsıların muhtelif yerlerine inip çıkmak için rampa yapmış. Ama gel gör ki bu rampaların önüne mütemadiyen park eden salakları düşünememiş. İlk gün babam bir arabaya kızıp "Sokacaksın bıçağı tekerine" dediğinde bendeniz pek moderen bir insan olarak "Aman sayın babacığım boşveriniz, sinirlenmeye değmez" diye olaya sakince yaklaşırken dün "Nerde lan bu çakı" diye aranmaya başladım. Günlük "çocuk hava alsın" gezilerimiz cangılda sörvayvıl rallisine dönüştü.
  2. Şimdi efenim evde bir adet bebek var ya, insanın canı arada sırada sadece mahalle içi değil biraz uzaklarda da gezmek istiyor onunla. Mesela bir toplu taşıma aracına atlayıp, güzelim İstanbul boğazına gidip bebekle şöyle denize nazır bir çay içmek ne kadar da güzel olurdu. du. du. du. Hah orda uyanmışım. Sen kim bebek arabasıyla toplu taşıma aracına binmek kim. Normal insanlar binemiyor ki koskoca arabayı sokasın. Zaten böyle bir şeye kalkışsam şöför başta olmak üzere burnundan soluyan diğer yolcuların gazabına uğramam garanti olacağından denemedim bile. Oysa Viyana'da bebek arabasıyla o metro senin bu tramvay benim dört dönerdim oğluşumla.
  3. Hazır sinirli yolculardan konu açılmışken bir şikayetim de İstanbul insanının asabiyeti ve saygısızlığı. Dün alış verişe çıkma gafletinde bulunmuşuz hatta bu da yetmemiş bir de bebek arabalı yayalar olarak karşıdan karşıya geçmeye çalışıyoruz. Hem de trafik ışıklı yaya geçidinden. Ba ba ba ba. Neyse ki yurdum şöförü yaya geçidinin ortasına dek gelip bizi ezmeye ramak kala durarak bizi kedimize getirdi. Bir de "Kırmızıda geçiyordun" diyince "Eee ne olmuş" cevabıyla mis gibi olduk. 
  4. Ama asabiyet konusunda bakınız madde 1 demin araba lastiklerine çakı sokmaya çalışan ben insanlara pek de haksızlık etmeyeyim. Havasında suyunda var bir şey galiba bu İstanbul'un. Dün akşam wireless 3G modem fiyatı sormak için bilimum Turkcell iletişim merkezleri ile telefon vasıtasıyla iletişmeye çalışıyorum. Telefondaki muhatabım olan her insan bana istisnasız "Şimdi daha fazla bilgi veremem müşteri bekliyor" diyor. E kardeşim peki ben neyim??? Bana "Ablacım sen en iyisi şunu al" diye senli benli akıl veren kızdan bahsetmiyorum bile. Bütün bunlardan iyice sıkılıp haftaya da İnegöl'de olacağımdan en sonunda oradaki bir TİM'i aradım. Bu sefer telefona çıkan kız bütün sorularıma acele etmeden ve gayet saygılı bir şekilde cevap verdi. İstenirse olabiliyormuş demek ki.Yakında blogu da İstanbul'dayız yerine İnegöl'deyize çevirirsem şaşırmayın. Sokaklarında kolsuz tişörtle gezmek biraz abes kaçıyor ama en azından her an bir araba altında kalmak ya da birileriyle saniyesinde kanlı bıçaklı olmak gibi olasılıklar yok denecek kadar az.
  5. Buraya gelirken beklentilerimi yazmıştım. En önemlilerinden biri de "Arkadaşlarımla bol bol görüşmek"ti. Ama maalesef şimdiye dek sadece bir sefer patatesli börek yemeye geldiklerinde, bir de Evrim'in doğumgününde gördüm bir kaç arkadaşımı. Geçen hafta yine buluşalım önerimse okulların kapanıp çocukların analarının başına kalması ve/veya haftasonu milletin yazlıklara kaçması gerekçesiyle reddedildi. Yakında ben de temelli kaçacağım Bodrum'a ama orda 65 yaş üstü emeklilerle çevrili olacağımdan yaşıtım üç beş insanla hastalıklar dışında beni de ilgilendiren konularda son kez sohbet etme hayallerim böylece suya düştü. Heyhat!
Şikayetlerime şimdilik ara veriyorum çünkü BİM'e ve pazara gitme adı altında yeni bir maceraya atılmamız gerekiyor. Gazamız mübarek olsun.

23 Haziran 2010 Çarşamba

Overlokçu geldi hanım

Sevgili Türk blog okuru sen bunu sık sık duyduğundan artık benimsemişsindir. Ama bu ülkenin sokaklarında minibüsler içinde overlokçular dolaşıyor. Ben bunu sadece İstanbul'a özgü zannediyordum. Meğerse yurt sathına yayılmış bu overlok müessesesi. Hoş bir kadın sesi arada sırada şu nidalarla sokakları dolduruyor:

"Halı kenarlarına, yolluk kenarlarına, paspas kenarlarına, battaniye kenarlarına, halıflex kenarlarına, el dokuma-yün ısparta halılarına itina ile overlok çekilir"

Yetişebilsem fotoğrafını çekeceğim ama ben makineyi alana dek minibüs içinde uzaklaşıyorlar. Arkalarında bıraktıkları Doppler efektiyle kalakalıyorum sadece.

Edit: Sonunda başardım. Minibüsün üstündeki yurdum delikanlısı da pek bir afili çıkmış.

8 Haziran 2010 Salı

Satırla girişmek istiyorum

Her ne kadar çocuğuma karşı sinirleri alınmış bir anne olsam da, bilen bilir, hiç de sakin bir insan değilimdir. Hatta "mazeretim var asabiyim ben" benim için yazılmış bir şarkı da olabilirdi pekala. Bu asabiyetim sonucu satırla girişmek istediklerimi sıralıyorum:
  • Sebepli ya da sebepsiz yere korna çalanlara (hele tam yatak odasının dibinde binbir zahmetle Evrim'i uyutmuşken arabasının koltuğuna tarlada yatar gibi yayılıp bir yandan geviş getirirken bir yandan da kornaya basanlara anında girişmek istiyorum)
  • Kesinlikle ama kesinlikle yol vermeyen ve hatta yanlışlıkla verse de nerdeyse geri almak istercesine üstüne üstüne gelen bütün şöförlere
  • Seçme ve seçilme hakkı dışında oturum, çalışma gibi haklara sahip olduğumuzu gösteren ve hatta üstünde T.C. vatandaşlık numarası bile bulunan Mavi Kart'a uzaydan gelmişçesine bakan ve onunla hiçbir işlem yapamayacağını söyleyenlere
  •  En az 15 dakika boyunca Evrim'in doğumgünü pastasını nasıl istediğimi en ince detayına dek anlatmama ve onların da not tutmalarına rağmen sonunda tamamen kendi kafalarına göre "birşey" yapıp eve teslim eden İnegöl'deki Sedef pastanesi çalışanlarına
  • Daracık sokaklarda lastikleri gıcırdata gıcırdata sürat yapmayı marifet bilen, ergenlik çağını çoktan geri bırakmış ama hala kendini böyle ifade ve ispat etme ihtiyacı hisseden zeka özürlülere
  • Elindeki çöpü dünyanın en normal hareketiymiş gibi gayet rahat bir şekilde yerlere atanlara
  • Nerede ve nasıl olursa olsun bütün ama bütün sigara içenlere
  • Yemekteyiz programının yapımcılarına, katılımcılarına, oyuncularına, senaryo yazarlarına, sunucusuna, kısacası bu programda emeği geçen herkese
  • Lost'un senaristlerine (arada onlar da nasibini alsın)
  • Oturma odasının duvarına ve balkona çarparak ev ahalisinin küçük çaplı kalp krizi geçirmesine sebep olan Aras Kargo'nun kamyon şöförlerine
  • İnsanların oturduğu ve girişinin minicik olduğu siteye günün her saati koca kamyonlarıyla tecavüz eden Aras Kargo'yu kiracı olarak alan yer sahibine
  • Gecenin ve sabahın köründe demir kepenkleri büyük bir gürültüyle kapatıp açan (tabii yine Evrim'i ve beni uykumuzdan sıçratan) ve bu yetmiyormuş gibi tam da yatak odasının altına 24 saat büyük bir gürültüyle çalışan koca bir soğutma motoru koyan ve şikayete rağmen kesinlikle kaldırmayan alttaki bakkala
  • Tam bir vahşi batı hayatı yaşadığımızı hissettiren, ne bakkala ne de Aras Kargo'ya lafını geçiremeyen site yönetimine
  • Her boş gördüğü alana konak, yalı, şato vs adını verdiği ama onlarla uzaktan yakından alakası olmayan gökdelenler diken inşaat şirketlerine
  • Çocuk arabasıyla hiçbir şekilde dolaşılamayacak şekilde kaldırım ve asfalt döşeyen, toplu taşıma araçlarına bebekle binilmesini imkansız kılan belediyeye
Hepsine ayrı ayrı sevgilerimi yolluyorum.

27 Mayıs 2010 Perşembe

Grüss Gott!

Viyana'ya gitmeden önce dört katlı bir apartmanda oturuyorduk. Her katında bir daire vardı, dolayısıyla herkes birbirini tanırdı ve az insan olması dolayısıyla apartmanın içinde pek karşılaşılmazdı.

Viyana'ya gidince İstanbul'da yine dört katlı başka bir apartmana taşındık ama bu sefer her katında üç daire olduğundan girip çıkarken karşılaşılan insan sayısı arttı. Ama kimse kimseye ne selam veriyor ne de tanıyormuş gibi yapıyordu.

Viyana'da ise ilk dikkatimi çeken şeylerden biri oldu insanların apartman içinde olsun markette olsun birbirine selam vermesi. Tanısın tanımasın herkes selamın aleyküm diye tercüme edilebilecek "Grüß Gott" diyordu. Tabii ben de alıştım bu geleneğe ve selam vermeye başladım.

Geçen gün gittiğimiz marketen çıkarken de "İyi akşamlar" diyip cevap alamayınca eşim hemen beni aydınlattı. "Boşuna bekleme burda cevap vermiyorlar" dedi. Sabah servise binen herkes "Günaydın" diyormuş ama içerde oturanlardan kimse cevap vermiyormuş.

Herkes ağır abi takılıyor galiba. "Ne o öyle, bir de yüz göz mu olacağız" mantığı herhalde.

Patatesli börek

Lisede annem bir ara öğle teneffüsünde yemem için yanıma patatesli börek verirdi. Bu börekler sınıftakiler arasında öyle beğenilmeye başlamıştı ki bana kalmıyordu. Ben de çareyi börekleri satmakta buldum. Her akşam annem bir tepsi börek yapar ben de ertesi günü sınıfta tanesini 500 liraya satardım. Hatta diğer sınıflardan bile gelenler olurdu. Böyle böyle elli bin lira kadar bir para biriktirip kendime kışlık çizme almıştım. İleriki hayatımda PatBö falan diye bir börek zinciri kurup ticarete atılmadım ama ara ara konusu geçer annemin böreklerinin.

Geçen gün bu böreklerin tadı damağında kalan arkadaşlarımdan biri buraya geldiğimizi öğrenince yine bahsini etti. Ben de hemen anneme rica edip yaptırdım. Demin de liseden iki arkadaşımla çok keyifli bir muhabbet eşliğinde afiyetle mideye indirdik.

Yaşasın annem!