20 Aralık 2010 Pazartesi

Türkiye macerasının bilançosu

16 mayısta başladığımız Türkiye macerasına 15 aralıkta Viyana'ya dönerek son verdik. Aradan geçen 7 ayın özetini şöyle verebilirim:

Eve gelince yeri öptüm!

Ne umdum ne buldum.

Evrim 3 kere hasta oldu ve hastaneye gitmek zorunda kaldık.

Trafikte ezilmedim, delirmedim... ama ramak kaldı.

Eşim 11 kilo verdi, ben yarım kilo aldım, Evrim de kilosunu koruyup 4 santim uzadı.

Hayatımdan şikayet etmediğim bir gün bile olmadı.

Eşimi çoğunlukla sadece haftasonu (o da 48 saat bile değil) gördüm. Eşim İstanbul'la bizim olduğumuz yer (Bodrum ya da İnegöl) arasında mekik dokuyup durdu. 7 ayda sadece 4 haftasonu yolculuk yapmak zorunda kalmadı.

Arkadaşlarımla buluşmayı çok istememe rağmen sadece bir kaç kişiyi görebildim.

Bloga istediğim kadar çok yazamadım (en son 31 ağustosta yazmışım).

İyi bir şeyler de oldu;

İnegöl'de 3 hafta içinde tam 6 kitap okudum.

2 tane süper diziyle tanıştım (Dexter ve The Lost Room).

Evrim burada emeklerken orada yürümeye başladı.

Annemden ve kayınvalidemden süper hamur işi tarifleri aldım, hem de deneyerek.

31 Ağustos 2010 Salı

Bronzlaşma özürlü

Ben ortaokul ve lisedeyken yılda en fazla bir hafta denize girebilirdim. Ya ailecek tatile giderdik ya da ben akraba veya tanıdıklarımızın yazlığında kalırdım. O bir hafta benim için müthiş önemliydi, çok seviyordum deniz kenarında olmayı, denize girmeyi ve bronzlaşmayı. Ama işte burda bir sorun vardı, millet iki günde kararırken ben ya iğrenç ve acılı bir şekilde kızarıyor ya da (sonradan kremlerin sayesinde) aynen pamuk gibi geri dönüyordum. Bu sene aylarca Bodrum'da kalma ihtimali çıkınca ilk önce "En nihayet ben de kararabileceğim" diye sevindim. 38 yaşına gelmişim hala çocuk gibi sevindiğim şeye bak. Neyse, biz geldik buraya ve üstünden 1,5 ay geçti. İlk iki üç hafta sonra krem sürmeyi de kesmeme rağmen bilin bakalım derimin rengi ne renk? Daha 14 aylık bebek olan oğlum bile benden daha çok karardı!!! Bacaklarım süt beyaz. Yalnızca sırtımda hafif bir renk değişimi var. Tabii Evrim'le birlikteyken yağlanıp "Beni yarım saatte bir çevirin de iyice bir kızarayım" diyemediğimden pek güneşe çıkamıyorum ama benden çok daha az deniz kenarına inmiş olan anam babam bile esmerleşti yahu. Buranın güneşi de felaket yakar adamı, anlamazsın bile. Buna rağmen bana pek etki etmiyor, bağışıklıyım herhalde. Galiba sebebi resimde gizli.

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Yatak macerası

Şimdi başlığı okuyup genelde gece yapılan çift kişilik akrobasi hareketleri ile ilgili bir yazı olduğunu sanmayın. Gayet masumane bir alış veriş hikayesi bu.

Annemlerin Bodrum'daki yazlığında dört beş ay kalacağız ya bari haftasonları kocam gelince rahat yatalım diye çift kişilik bir yatak alalım dedik, daha doğrusu dedim. Bodrum ve Milas 30'ar kilometre uzakta olduğundan yatak seçimini İnternet'ten yapmak üzere İstikbal, Yataş, Bellona sitelerini falan araştırmaya başladım. Fiyat bakımından Bellona daha makul göründüğünden gün aşırı yavruyu hastaneye taşıma seferlerimizin birinden sonra dükkana gidip bir kaç yatağın üstünde ana oğul debelenip bir tanesinde karar kıldık. Yatağı beğendik beğenmesine de altına konulacak baza konusunda sorun çıktı. Yazlığın bulunduğu sitedeki evleri yapan dünyanın en şahane ve her sene kulakları çınlatılan insanı olan mimar tarafından en son teknolojilerle zeka harikası olarak düzenlenmiş odaların kapıları ve iki kat arasındaki o mükemmel sarmal merdivenin ferah ferah genişliği sayesinde 150x200lük bir bazanın bütün geometri bilgimize rağmen o odaya sokulamayacağını anlamamızla başka bir çözüm arayışına girdik. Hala benimle misin blog okuru? Özet olarak "o baza o odaya çıkmaz da girmez de kardeşim" diyebiliriz. E ne yapacağız? Ben hemen dahiyane bir fikir attım ortaya; yatağın altına iki tane 75x200lük MDF kestirelim, altına da ayaklar taktıralım. Babamların mutfağı ve terastaki pergüleleri yaptırdıkları adamı arayıp olumlu yanıt alınca da pek bir sevindim doğrusu.

Şimdi geliyor bir Türk-Avusturyalı karşışlaştırması. Adam söz verdiği gün (üç dört gibi gelirim diyerek 18:45'te gelmesini artık söz konusu bile yapmıyorum) getirdi MDFleri. Getirdi de ne getirdi? 75x190lık MDF. Neden? Çünkü elinde hazır olarak o varmış. Peki biz senden ne istedik? 75x200 değil mi? Olsun olsun, olur o yatak bunun üstüne! İşte size muhteşem bir Türk kafası. Adam nerdeyse diyecek ki, keselim abinin (kocam oluyor bu) ayaklarını az biraz, işte sana mis gibi yatak.

Olurdu olmazdı derken nihayet adamı ikna ettik ve ertesi günü bu sefer tam vaktinde getirdi 75x200lükleri. Bak yine bir Türk kafası geliyor; ben bunları ne yapayım artık diyerek bir gün önce getirdiklerini de bize bıraktı, hatta yenileri eskilerinin üstüne monte edip gayet sağlam bir yatak altı oluşturdu ve onların parasını almadı! Gerçi tanesine telefonda 1 lira dediği 16 tane ayağın fiyatına "onlar başkaydı" diyerek 2 lira dedi ama olsun hadi.

Şimdi gelelim yatağa. Dediğim gibi Bodrum'a 30 km uzakta olduğumuzdan sırf bizim için gelirlerse 70 lira yol masrafı isteyeceklerini ama bu tarafa doğru başka bir servis çıkarsa bedava getirebileceklerini söylediler. Ben de servisle yollayın dedim tabii. Dün gece Hülya hanım yatağın 9-9,5 gibi geleceğini söyleyince sevindim kocam gelince hazır olacak diye. Saat 9 oldu gelen giden yok. 10 oldu hala bekliyoruz. Evrim'i de uyutmuyorum ki onlar gelince bir daha uyanmasın. Annemler kocamı almaya havaalanına gidince ben de Evrim'i uyutmaya başladım. Uyku treni kaçtığından hep yatağına koyunca uyanıyor, ben de alıp yine dolaştırıyorum, yine uyuyor, uyanıyor falan derken saat 11'de bir telefon geldi "Biz geldik yatakla, kapının önündeyiz" diye. Evrim'i de alıp aşağıya indim ve adamlarla birlikte yatağı yukarı çıkardık ve MDFlerin üstüne koyduk. Koyduk koymasına da bir gariplik var, yatak kısa. Bir de irsaliyeye baktık ki 140x190lık yatak gelmiş! "Eh yeter artık, siz bunu bırakın doğrusunu getirince bunu geri veririm" diyerek adamları yolladım.

Sabah da belki bu hafta yirminci kez beni arayacağını söyleyip aramayan Hülya hanımla toplamda neredeyse yatağın yol masrafı kadar kontür (artık cep para galiba) harcayıp yine yanlışı en kısa zamanda düzelteceğine dair sözler alarak konuştum. Bakalım bu işin sonu neye varacak...

Edit: Biraz daha para dökünce telefonda gerçekten de gönderdiler yatağı. Hem de daha bir hafta önce üretilmiş tazecik bir yatak kendileri.

15 Temmuz 2010 Perşembe

İtinayla bağyan sıkıştırılır

Yıllardır duyarım erkek sürücüler trafikte özellikle bayan sürücüleri sıkıştırırmış.

92 yılından beri ehliyetim var ve Viyana'da kendi arabamız olmadığından tek araba kullanabildiğim yerler Türkiye (İstanbul ve Bodrum) ve yıllık grup toplantısı için gittiğim New York. Benden beklenmeyecek kadar sakin bir sürücü olduğumdan genelde sağdan sağdan sinirlenmeden kendi yolumda giderim. Eğer sapacaksam ve kimse bana yol vermiyorsa yine sakince yolun ortasında durup yol vermelerini beklerim. Bütün bu diğer şöförlere tırnak yedirtecek hareketlerime rağmen kimsenin özellikle beni sıkıştırdığına şahit olmadım. Gözlemlediğim kadarı ile yurdum şöförü cinsiyet ayrımı gözetmeksizin zaten tuttuğunu sıkıştırıyor. Kadın da olsa erkek de olsa trafiğe çıkan herkes diğer herkesin tacizine maruz kalıyor. Direksiyon başına geçen her canlı, sabır denen erdemi anında terk ediyor ve tek amacı ölüm kalım meselesi gibi diğer bütün arabaları geçerek hedefine ulaşmakmışçasına etrafa saldırıyor.

"Ben öyle değilim" deme blog okuru. En son ne zaman birine kendi isteğinle yol verdin? A noktasından B noktasına giderken yolda küfretmedin? Seni sollayana içinden saydırmadın? Şerit değiştirmeye çalışan zavallının (genelde ben oluyorum bu) üstüne üstüne gitmedin?

1 Temmuz 2010 Perşembe

Şikayetim var!

Olmasaydı şaşardım zaten.

Şuraya geldiğimiz 1,5 ay oldu ve bana şimdiden afakanlar bastı. Sıralıyorum işte şikayetlerimi:
  1. Bu ülkenin başbakanı "En az üç çocuk isterim" derken herhalde sadece ülkesinin insanlarının daha çok seks yapması gerektiğini üstü kapalı bir şekilde ima ediyordu, yoksa gerçekten tek çocuklu bir insan kapının önüne bile adım atamıyorken peşine iki tane daha takıp "sıçan giremediği deliğe götüne kabak bağlayıp da girermiş" modeli nasıl dışarı çıkar, alış veriş yapar, gezer tozar? Hadi bir hata yaptın çıktın dışarı, nasıl yürütürsün bebek arabasını? Kaldırım ya yok ya da dünyanın en absürd, en post-modern, en Dali ya da Picasso'vari dizaynlarıyla yapılmış, aslında yeri sokak değil sergi sarayı olan bir şeyler var sokak kenarlarında. Şimdi hakkını yemeyeyim, yurdumun güzel insanı hasbelkader benim gibi bebek arabalı zavallıları da düşünmüş ve bu kaldırımsıların muhtelif yerlerine inip çıkmak için rampa yapmış. Ama gel gör ki bu rampaların önüne mütemadiyen park eden salakları düşünememiş. İlk gün babam bir arabaya kızıp "Sokacaksın bıçağı tekerine" dediğinde bendeniz pek moderen bir insan olarak "Aman sayın babacığım boşveriniz, sinirlenmeye değmez" diye olaya sakince yaklaşırken dün "Nerde lan bu çakı" diye aranmaya başladım. Günlük "çocuk hava alsın" gezilerimiz cangılda sörvayvıl rallisine dönüştü.
  2. Şimdi efenim evde bir adet bebek var ya, insanın canı arada sırada sadece mahalle içi değil biraz uzaklarda da gezmek istiyor onunla. Mesela bir toplu taşıma aracına atlayıp, güzelim İstanbul boğazına gidip bebekle şöyle denize nazır bir çay içmek ne kadar da güzel olurdu. du. du. du. Hah orda uyanmışım. Sen kim bebek arabasıyla toplu taşıma aracına binmek kim. Normal insanlar binemiyor ki koskoca arabayı sokasın. Zaten böyle bir şeye kalkışsam şöför başta olmak üzere burnundan soluyan diğer yolcuların gazabına uğramam garanti olacağından denemedim bile. Oysa Viyana'da bebek arabasıyla o metro senin bu tramvay benim dört dönerdim oğluşumla.
  3. Hazır sinirli yolculardan konu açılmışken bir şikayetim de İstanbul insanının asabiyeti ve saygısızlığı. Dün alış verişe çıkma gafletinde bulunmuşuz hatta bu da yetmemiş bir de bebek arabalı yayalar olarak karşıdan karşıya geçmeye çalışıyoruz. Hem de trafik ışıklı yaya geçidinden. Ba ba ba ba. Neyse ki yurdum şöförü yaya geçidinin ortasına dek gelip bizi ezmeye ramak kala durarak bizi kedimize getirdi. Bir de "Kırmızıda geçiyordun" diyince "Eee ne olmuş" cevabıyla mis gibi olduk. 
  4. Ama asabiyet konusunda bakınız madde 1 demin araba lastiklerine çakı sokmaya çalışan ben insanlara pek de haksızlık etmeyeyim. Havasında suyunda var bir şey galiba bu İstanbul'un. Dün akşam wireless 3G modem fiyatı sormak için bilimum Turkcell iletişim merkezleri ile telefon vasıtasıyla iletişmeye çalışıyorum. Telefondaki muhatabım olan her insan bana istisnasız "Şimdi daha fazla bilgi veremem müşteri bekliyor" diyor. E kardeşim peki ben neyim??? Bana "Ablacım sen en iyisi şunu al" diye senli benli akıl veren kızdan bahsetmiyorum bile. Bütün bunlardan iyice sıkılıp haftaya da İnegöl'de olacağımdan en sonunda oradaki bir TİM'i aradım. Bu sefer telefona çıkan kız bütün sorularıma acele etmeden ve gayet saygılı bir şekilde cevap verdi. İstenirse olabiliyormuş demek ki.Yakında blogu da İstanbul'dayız yerine İnegöl'deyize çevirirsem şaşırmayın. Sokaklarında kolsuz tişörtle gezmek biraz abes kaçıyor ama en azından her an bir araba altında kalmak ya da birileriyle saniyesinde kanlı bıçaklı olmak gibi olasılıklar yok denecek kadar az.
  5. Buraya gelirken beklentilerimi yazmıştım. En önemlilerinden biri de "Arkadaşlarımla bol bol görüşmek"ti. Ama maalesef şimdiye dek sadece bir sefer patatesli börek yemeye geldiklerinde, bir de Evrim'in doğumgününde gördüm bir kaç arkadaşımı. Geçen hafta yine buluşalım önerimse okulların kapanıp çocukların analarının başına kalması ve/veya haftasonu milletin yazlıklara kaçması gerekçesiyle reddedildi. Yakında ben de temelli kaçacağım Bodrum'a ama orda 65 yaş üstü emeklilerle çevrili olacağımdan yaşıtım üç beş insanla hastalıklar dışında beni de ilgilendiren konularda son kez sohbet etme hayallerim böylece suya düştü. Heyhat!
Şikayetlerime şimdilik ara veriyorum çünkü BİM'e ve pazara gitme adı altında yeni bir maceraya atılmamız gerekiyor. Gazamız mübarek olsun.

23 Haziran 2010 Çarşamba

Overlokçu geldi hanım

Sevgili Türk blog okuru sen bunu sık sık duyduğundan artık benimsemişsindir. Ama bu ülkenin sokaklarında minibüsler içinde overlokçular dolaşıyor. Ben bunu sadece İstanbul'a özgü zannediyordum. Meğerse yurt sathına yayılmış bu overlok müessesesi. Hoş bir kadın sesi arada sırada şu nidalarla sokakları dolduruyor:

"Halı kenarlarına, yolluk kenarlarına, paspas kenarlarına, battaniye kenarlarına, halıflex kenarlarına, el dokuma-yün ısparta halılarına itina ile overlok çekilir"

Yetişebilsem fotoğrafını çekeceğim ama ben makineyi alana dek minibüs içinde uzaklaşıyorlar. Arkalarında bıraktıkları Doppler efektiyle kalakalıyorum sadece.

Edit: Sonunda başardım. Minibüsün üstündeki yurdum delikanlısı da pek bir afili çıkmış.

8 Haziran 2010 Salı

Satırla girişmek istiyorum

Her ne kadar çocuğuma karşı sinirleri alınmış bir anne olsam da, bilen bilir, hiç de sakin bir insan değilimdir. Hatta "mazeretim var asabiyim ben" benim için yazılmış bir şarkı da olabilirdi pekala. Bu asabiyetim sonucu satırla girişmek istediklerimi sıralıyorum:
  • Sebepli ya da sebepsiz yere korna çalanlara (hele tam yatak odasının dibinde binbir zahmetle Evrim'i uyutmuşken arabasının koltuğuna tarlada yatar gibi yayılıp bir yandan geviş getirirken bir yandan da kornaya basanlara anında girişmek istiyorum)
  • Kesinlikle ama kesinlikle yol vermeyen ve hatta yanlışlıkla verse de nerdeyse geri almak istercesine üstüne üstüne gelen bütün şöförlere
  • Seçme ve seçilme hakkı dışında oturum, çalışma gibi haklara sahip olduğumuzu gösteren ve hatta üstünde T.C. vatandaşlık numarası bile bulunan Mavi Kart'a uzaydan gelmişçesine bakan ve onunla hiçbir işlem yapamayacağını söyleyenlere
  •  En az 15 dakika boyunca Evrim'in doğumgünü pastasını nasıl istediğimi en ince detayına dek anlatmama ve onların da not tutmalarına rağmen sonunda tamamen kendi kafalarına göre "birşey" yapıp eve teslim eden İnegöl'deki Sedef pastanesi çalışanlarına
  • Daracık sokaklarda lastikleri gıcırdata gıcırdata sürat yapmayı marifet bilen, ergenlik çağını çoktan geri bırakmış ama hala kendini böyle ifade ve ispat etme ihtiyacı hisseden zeka özürlülere
  • Elindeki çöpü dünyanın en normal hareketiymiş gibi gayet rahat bir şekilde yerlere atanlara
  • Nerede ve nasıl olursa olsun bütün ama bütün sigara içenlere
  • Yemekteyiz programının yapımcılarına, katılımcılarına, oyuncularına, senaryo yazarlarına, sunucusuna, kısacası bu programda emeği geçen herkese
  • Lost'un senaristlerine (arada onlar da nasibini alsın)
  • Oturma odasının duvarına ve balkona çarparak ev ahalisinin küçük çaplı kalp krizi geçirmesine sebep olan Aras Kargo'nun kamyon şöförlerine
  • İnsanların oturduğu ve girişinin minicik olduğu siteye günün her saati koca kamyonlarıyla tecavüz eden Aras Kargo'yu kiracı olarak alan yer sahibine
  • Gecenin ve sabahın köründe demir kepenkleri büyük bir gürültüyle kapatıp açan (tabii yine Evrim'i ve beni uykumuzdan sıçratan) ve bu yetmiyormuş gibi tam da yatak odasının altına 24 saat büyük bir gürültüyle çalışan koca bir soğutma motoru koyan ve şikayete rağmen kesinlikle kaldırmayan alttaki bakkala
  • Tam bir vahşi batı hayatı yaşadığımızı hissettiren, ne bakkala ne de Aras Kargo'ya lafını geçiremeyen site yönetimine
  • Her boş gördüğü alana konak, yalı, şato vs adını verdiği ama onlarla uzaktan yakından alakası olmayan gökdelenler diken inşaat şirketlerine
  • Çocuk arabasıyla hiçbir şekilde dolaşılamayacak şekilde kaldırım ve asfalt döşeyen, toplu taşıma araçlarına bebekle binilmesini imkansız kılan belediyeye
Hepsine ayrı ayrı sevgilerimi yolluyorum.

27 Mayıs 2010 Perşembe

Grüss Gott!

Viyana'ya gitmeden önce dört katlı bir apartmanda oturuyorduk. Her katında bir daire vardı, dolayısıyla herkes birbirini tanırdı ve az insan olması dolayısıyla apartmanın içinde pek karşılaşılmazdı.

Viyana'ya gidince İstanbul'da yine dört katlı başka bir apartmana taşındık ama bu sefer her katında üç daire olduğundan girip çıkarken karşılaşılan insan sayısı arttı. Ama kimse kimseye ne selam veriyor ne de tanıyormuş gibi yapıyordu.

Viyana'da ise ilk dikkatimi çeken şeylerden biri oldu insanların apartman içinde olsun markette olsun birbirine selam vermesi. Tanısın tanımasın herkes selamın aleyküm diye tercüme edilebilecek "Grüß Gott" diyordu. Tabii ben de alıştım bu geleneğe ve selam vermeye başladım.

Geçen gün gittiğimiz marketen çıkarken de "İyi akşamlar" diyip cevap alamayınca eşim hemen beni aydınlattı. "Boşuna bekleme burda cevap vermiyorlar" dedi. Sabah servise binen herkes "Günaydın" diyormuş ama içerde oturanlardan kimse cevap vermiyormuş.

Herkes ağır abi takılıyor galiba. "Ne o öyle, bir de yüz göz mu olacağız" mantığı herhalde.

Patatesli börek

Lisede annem bir ara öğle teneffüsünde yemem için yanıma patatesli börek verirdi. Bu börekler sınıftakiler arasında öyle beğenilmeye başlamıştı ki bana kalmıyordu. Ben de çareyi börekleri satmakta buldum. Her akşam annem bir tepsi börek yapar ben de ertesi günü sınıfta tanesini 500 liraya satardım. Hatta diğer sınıflardan bile gelenler olurdu. Böyle böyle elli bin lira kadar bir para biriktirip kendime kışlık çizme almıştım. İleriki hayatımda PatBö falan diye bir börek zinciri kurup ticarete atılmadım ama ara ara konusu geçer annemin böreklerinin.

Geçen gün bu böreklerin tadı damağında kalan arkadaşlarımdan biri buraya geldiğimizi öğrenince yine bahsini etti. Ben de hemen anneme rica edip yaptırdım. Demin de liseden iki arkadaşımla çok keyifli bir muhabbet eşliğinde afiyetle mideye indirdik.

Yaşasın annem!

24 Mayıs 2010 Pazartesi

İnegöl Seyahat "Birlikte yol alalım"

Cuma akşamı Evrim'i babanesine götürmek üzere yola çıktık. Yolculuk otobüsle Harem'den yaklaşık 4 saat sürüyor. Ama o gün trafikti, yol yapım çalışmasıydı derken geciktik. Hele de Yalova'da şöförümüz kendine gelen bir telefonla iyice sinirlendi. Özdilek'ten birini alacakmışız atlamışız. Şöför otobüsü yolun kenarına çekip söylene söylene beklemeye başladı. On dakika sonra taksiyle gelen bayan yolcu biner binmez muavine dönüp "Bana 7 numara dendi ama orası dolu" dedi. Bilin bakalım 7 numarada kim oturuyordu. Kucağında derin uykulardaki Evrim'le eşim. Muavin kadına hostes koltuğunu önerince kadın "Bana ne, o bey otursun oraya" diye sinirlenmeye başladı. Ben tam şöförün artık kadını döveceğini düşünürken kadın "Yok ben gitmem bu otobüsle" diyerek pat diye indi. Şöför böyle bir karışıklığın kimin başının altından çıktığını öğrenmek amacıyla sonraki on dakika boyunca tek elinde telefon ile arabayı sürdü ama tabii ki faili bulunamadı olayın.

21 Mayıs 2010 Cuma

Türk insanı öperim seni

Dün kötü bir haber aldık; annemin kuzeninin kızı trafik kazası geçirmiş. Bacağı kırılmış, ameliyat edilmiş. Buraya dek her gün yaşanabilecek acı bir olay. Şimdi ilginç tarafına geçiyorum. Annesi ile babası haberi alınca hemen Sakarya'ya gitmek üzere en hızlısı odur diye otobüse binmişler. Ama maalesef yol o gün çok tıkalıymış. Otobüste diğer yolcularla konuşurken kızlarının geçirdiği kazadan ve şu anda hastanede yalnız başına yatmakta olduğundan bahsederken bunu duyan bir kadın Sakaryalı olduğunu söyleyip hemen yeğenlerini aramış ve hastaneye kızın yanına gitmelerini söylemiş. İşte alnı öpülecek insanlar. Türk insanının bu yönünü çok seviyorum.

20 Mayıs 2010 Perşembe

İKEA'daki 19 mayıs obezleri

Dün tatil olduğu için Evrim'e birkaç parça eşya almak üzere ailecek İKEA'ya gittik. Yani sanırım İKEA'ya gittik ve sanırım İstanbul'daki İKEA'ya gittik çünkü içerisinin İstiklal Caddesi'ni aratır hali yoktu ve daha da ilginci kilo ortalamasının 150 falan olmasıydı. Yani çok rahat Amerika'daki bir İKEA'da da günümüzü geçirmiş olabilirdik.

Kalabalık konusuna değinmeyeceğim ama kiloyu es geçemeyeceğim. Görmeyeli amma semirmişiz! Yirmi yıl sonra ilk defa gelmiyorum İstanbul'a tabii ama daha önce hiç dikkatimi çekmemiş. Özellikle benim yaşlarımdaki erkeklerin hali harap. Göbekleri önden gidiyor. Sanırsın ki az sonra doğum sancısı tutacak ve üçüz beşiz allah ne verdiyse doğuracak. Kadınlar ortalama olarak daha iyi ama gidişat çok kötü. Bir de acaip şişirilmiş bebeler var. Benim oğlum 11 aylık ve 9 kilo. Orda gördüklerim 4-5 aylık ve oğlumun iki katı. Her aile bebesiyle geldiğinden ve hatta bebesi olmayanları dövdüklerinden emzirmek ve altını değiştirmek için bebek odasını kullanma gafletinde bulunduğumuzda iki metre karelik odaya benden başka doluşan iki kadının kucaklarındaki bebek görünümlü azmanları görünce "Tamam" dedim, "İlerinin kalp, damar, yüksek tansiyon ve şeker hastalıklarının günlük hayatlarının vazgeçilmez parçaları olacağı yeni neslin mensupları kelimenin tam anlamıyla gümbür gümbür geliyor".

Restoran kısmında istisnasız her masada (tabii bizim de) patates kızartması ve Köttbullar isimli İsveç köftesi vardı. 7'den 70'e herkes hapur küpür götürüyordu. Ne diyelim, Smaklig måltid!

18 Mayıs 2010 Salı

Yağdır mevlam... kum?!

80lerin başındayız. Susuyorum, mutfağa gidip musluktan su doldurup içiyorum.
2010 yılındayız. Oğluma banyo yaptırmak için küvetini dolduruyorum, su sarı ve kumlu akıyor.

Az evvel pazardan getirdiğimiz meyvaları pek de incelemeden muslukta yıkıyorum ve bu yazıyı yazarken yiyorum. Sonra birden fark ediyorum ki, burası Viyana değil. Musluk suyu da temiz değil. Olduğum aşılara sığınıp hasta olmamayı ümit ediyorum.

En doğal ihtiyacımız olan suyu geçen 30 senede hastalık yuvası haline getirip, içme suyu kalitesinde temizleyemediği ve bizi pet şişelerde, damacanalarda su satın almaya mecbur bıraktığı için belediyeye sevgilerimi yolluyorum.

16 Mayıs 2010 Pazar

Büyük gün

İki saat sonra evden çıkacağız. Son iki haftadır o kadar çok koşturdum ki hamile kalmadan önceki kilomun da altına indim. Annem kesin beni besiye çekeceğinden muhtemelen hepsini geri alırım.

Bavullar hazır, evden çıkmadan önce nelerin yapılması gerektiği yazılı, görünüşe göre başlıyor büyük macera. Viyana günlerdir arkamızdan çok kötü ağlıyor. Şu anda da yağmurlu ve 7 derece, hissedilense eksi birmiş. Yani İstanbul'un yirmili derecelerde olduğunu düşünürsek buraları bırakıp gitmek bayağı kolaylaşıyor. Ama yine de insanın kendi evini bırakıp gitmesi zor tabii. İKEA'nın reklamında dediği gibi; "Dünyada her istediğini yapabildiğin tek yer evindir".

Türkiye'den beklentilerim:
  • Sıcak hava, bol güneş
  • Arkadaşlarımla bol bol görüşmek
  • Kitap okumak
  • Denize girmek
  • Evrim'in ananesi, babanesi ve dedesiyle bol bol vakit geçirmesi
  • Dinlenmek
  • Uyumak
  • Yan gelip yatmak

Altı ay sonra dönerken bakalım hangilerini yapabilmiş olacağım.

7 Mayıs 2010 Cuma

51'de 15

Doksan dokuz bin işi bir haftaya sığdırmaya çalışırsan mutlaka birkaçı ters gidecektir ama bu kadar mı şanssızlık olur. İşlerin %90'ı kesinlikle bir seferde hallolmuyor. Misal, pazartesi günü tam 11 sefer Evrim'in yuvasını aradım. Normalde temmuzda başlayacaktı şimdi aralığa kaydırıyoruz diye. Konuşmak istediğim kadın devamlı toplantıdaydı. Dört sefer beni aramasını rica ettim. Ve sonuçta kimse aramadı. Ertesi gün yine aramaya devam ettim. En sonunda öğleden sonra biriyle konuşabildim. Her iş böyle yirmi seferde hallolmuyor tabii ama ilk seferinde bitirebildiklerimiz çok az.

Şimdi baktım da 51 görevden henüz sadece 15'ini tamamlayabilmişiz. Bugün de cuma. Çığlıklar atarak ortalıkta koşuşturmaya başlamamız yakındır.

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Hazırlıklar

Arkanıza yaslanıp bir düşünün. Bir hafta içinde toparlanıp altı aylığına başka bir ülkeye yaşamaya gideceksiniz....

Ne gibi hazırlıklar yapmak gerekir? Neler almak, nelerden kurtulmak, neleri halletmek gerekir? Her saniye aklınıza yeni bir şey geliyor değil mi?

Ömrümüz boyunca her tatilimize, her Türkiye'ye gidişimize tam olarak son anda karar verebildik biz. Sadece bir seferinde biletlerimizi aylar öncesinden alabildiğimizi biliyorum. Hatta bu durum o kadar vahimdir ki bundan bir kaç sene önce sabah karar verip, deli danalar gibi koşturarak bilet arayıp üç dört saat sonra uçağa bindiğim bile olmuştur. O yüzden bu verdiğimiz karar bünyede şok etkisi yaratmadı. Yılların verdiği "son an insanı olma" özelliği sayesinde hemen listelere başladım; alınacaklar, telefonlar, randevular...

Pazartesiden beri koşturup duruyoruz. Ailemizin minik ferdi sebebiyle gerektiği kadar hızlı hareket edemesek de, listedeki onlarca şeyden birazını hallettik bile. Bu seferkiler normal tatil zamanı işlerinden farklı çünkü tatile çıkarken insan en fazla yanına aldıklarının gideceği yerdeki havaya uyup uymayacağını düşünüyor. Bana en çok stres yapan bu durum neyse ki bu sefer hiç yok çünkü hemen hemen bütün kıyafetlerimizi götüreceğiz zaten. Bir de arada sırada Viyana'ya gelmeyi düşünüyoruz. En azından Evrim'in aşıları ve doktor kontrolü için gelmemiz lazım.

Haftasonuna dek pestilimiz çıkacak kesin. Bakalım parmağımı oynatmaya halim olacak mı.

4 Mayıs 2010 Salı

Boyumuzun ölçüsü

6 ekim 1989 cuma akşamı Viyana'ya indiğimizde hava çoktan kararmıştı. Eve giderken arabadan gördüğüm iyi aydınlatılmış ıssız sokaklar içimi karartmıştı. Sevememiştim bu şehri. İlk intiba çok önemlidir ya. Ertesi gün cumartesiydi ve biz dükkanların o zamanlar öğleyin saat 12'de kapandığını bilmiyorduk. Hava da insanın içine fenalık getirecek derecede griydi. Sonradan gördüm ki Viyana'nın gökleri çoğunlukla gri. Hatta bu grilik insanların da içine işlemiş.

Bir yıl geçti, üniversiteye başladım ve o zamanlar burda kalmak istediğimi hatırlıyorum. Viyana'ya babamın tayini ile dört yıllığına gelmiştik ama ben dört yılın sonunda henüz mezun olmadığımdan (benim bölümüm beş yıllıktı) annemlerle geri dönmedim. Ama yavaş yavaş da burda kalma isteğim sönmeye başladı.
Yıllarca üniversiteyi bitirdiğim gün döneceğim, şu günü döneceğim, bu günü döneceğim diye diye 21 yılı doldurdum nerdeyse bu gri şehirde. Arada eşimle tanıştım. O buraya geldi. Evlendik ve hatta 11 ay önce evrimleştik.

Bunca geçen zaman içinde İstanbul hep içimde ukte olarak kaldı. Hep özledim ben bu deli şehri. Ama hiçbir zaman tam da cesaret edemedim tası tarağı toplayıp dönmeye. Viyana ile İstanbul'u karşılaştırınca başta insanı çileden çıkaran trafik yüzünden olmak üzere İstanbul az ara ile kaybetti hep. Rahata çok alıştık burda. Evimizden çıkıp hemen hemen her yere yürüyerek gitmeye, araba almak/kullanmak zorunda olmamaya, metroya, tramvaya, servet ödemeden spor salonuna, yüzmeye gidebilmeye, devlet dairesindeki işlerimizin çoğunu İnternet üzerinden halletmeye, sessizliğe, sokağa adım attığımızda bir arabanın altında kalmaya ramak kalmamasına.

Ama hep eşimle konuştuk bir fırsat olsa da önceden test edebilsek tekrardan İstanbul'da yaşamayı diye. Oğluşumuz doğup da ben bir buçuk yıllığına çocuk iznine ayrılınca, bir de üstüne serbest meslek sahibi eşimin projesi bitip yeni bir iş aramaya başlayınca bu fırsatı değerlendirelim dedik. Eşim İstanbul'da iş aramaya başladı ve gerçekten de bir teklif aldı. Biraz da gözümüzü karartarak tamam dedik, gidiyoruz.

Şu anda bu kararı verdiğimiz dört gün oldu ve hummalı bir şekilde altı aylığına İstanbul'da yaşamak için gerekli hazırlıklarla uğraşıyoruz. Eşim işi dolayısıyla bu haftasonu uçacak, bir hafta sonra gelecek ve bu sefer hep beraber gideceğiz. Koşuşturmalarla geçecek çok dolu iki hafta sonunda kavuşacağız İstanbul'la.

Bakalım boyumuzun ölçüsünü mü almaya geliyoruz yoksa eski aşk yeniden canlanacak ve biz orda kalmak için mi uğraşıyor olacağız.